Kadınların doğayı ve yaşamı koruma çabası, gezegenin sürdürülebilirliği için önemli!

Küresel ölçekte kadınlar, gıda üretiminin yüzde 50-80’ini sağlarken, toprak mülkiyetinde yalnızca yüzde 10’luk bir paya sahip. Verilere göre, dünya genelinde kadınların doğayı ve yaşamı korumak adına gösterdiği çaba, gezegenin sürdürülebilir bir geleceğe sahip olması için en önemli umut kaynaklarından biri olarak dikkat çekiyor.

İklim değişikliği tüm dünyayı etkiliyor, ancak bu krizin yükü her kesime eşit dağılmıyor. Kadınlar, özellikle de yoksulluk sınırında yaşayanlar, bu değişimden çok daha fazla etkileniyor. Küresel ölçekte kadınlar, gıda üretiminin %50-80’ini sağlarken, toprak mülkiyetinde yalnızca %10’luk bir paya sahip. Yoksulluk koşullarında yaşayan 1,3 milyar insanın %70’i kadınlardan oluşuyor. Geçimlerini büyük ölçüde doğal kaynaklara bağımlı olarak sürdüren kadınlar, iklim krizinin yarattığı kaynak kıtlığından en fazla zarar görenler arasında yer alıyor.
Ekofeminizm, kadın ve doğanın sömürülmesinin aynı sistematik yapıdan beslendiğini savunan bir yaklaşım. Erkek egemen ve kapitalist sistemlerin hem doğayı hem de kadınları sömürdüğü gerçeği, çevresel adaletin toplumsal cinsiyet eşitliğiyle doğrudan bağlantılı olduğunu gösteriyor. Bugün dünya genelinde çevre hareketlerini ilk başlatan ve ön saflarında yer alan kadınlar oldu. Ancak bilim, teknoloji ve politika alanında kadınların yeterince temsil edilmemesi, çevresel karar alma süreçlerinin eksik kalmasına neden oluyor.
Ekofeminizm, kadınların doğayla özdeşleştirilmesinin tarih boyunca onların toplumsal rollerini nasıl şekillendirdiğini de gözler önüne seriyor. Radikal ekofeminist yaklaşımlar, ataerkil düzenin hem kadınları hem de doğayı tahakküm altına aldığını vurgularken, kültürel ekofeministler kadınların doğayla özel bir bağ kurduğunu kabul ederek bu bağı bir güç kaynağı olarak görüyor. Özellikle Vandana Shiva ve Maria Mies gibi ekofeminist düşünürler, kadınların sürdürülebilir tarımdaki rollerinin altını çizerek, doğa ile insan arasındaki ilişkinin dönüştürülmesi gerektiğini savunuyorlar.
Kadınların liderliğinde gerçekleşen çevre hareketleri, ekofeminizmin pratikte nasıl bir değişim yarattığını gösteriyor. Hindistan'daki Chipko Hareketi, kadınların ormansızlaşmaya karşı ağaçlara sarılarak gösterdiği direnişle doğayı koruma mücadelesinin simgesi haline geldi. Kenya'da Yeşil Kemer Hareketi, Wangari Maathai öncülüğünde milyonlarca ağacın dikilmesini sağlayarak kadınların çevre koruma konusunda nasıl aktif bir rol üstlenebileceğini ortaya koydu. ABD’de ise çevresel adalet hareketleri, kadınların ekolojik yıkımın yarattığı sosyal eşitsizlikleri nasıl gündeme taşıyabileceğini gösterdi.
Kadınların çevre mücadelesindeki rolü sadece ekolojik aktivizm ile sınırlı değildir. Kadınlar, yerel yönetimlerde, uluslararası çevre politikalarında ve sürdürülebilir kalkınma projelerinde giderek daha fazla söz sahibi olmaktadır. Birleşmiş Milletler İklim Zirveleri’nde toplumsal cinsiyet eşitliğini vurgulayan politikalar giderek artarken, kadın liderler sürdürülebilir kalkınma hedeflerinin belirlenmesinde kritik roller üstlenmektedir. Bununla birlikte, dünya genelinde kadınların toprak ve su yönetiminde daha fazla hakka sahip olması gerektiği gerçeği de gün geçtikçe daha fazla kabul görmektedir.
Ekolojik tahribatın önlenmesi için kadınların karar alma mekanizmalarında daha fazla yer alması gerekiyor. Çevre politikaları, yalnızca teknik çözümlerle değil, toplumsal eşitlik perspektifiyle ele alınmalı. Kadınlar, yalnızca ekolojik değişimin mağduru değil, aynı zamanda çözümün de en önemli aktörleri arasında yer alıyor. Doğal kaynaklara daha bağımlı olan kadınların, ekosistemin korunması için verdiği mücadele, gezegenin geleceği açısından kritik bir öneme sahip.
Ekofeminizm, kadınların bilgisine ve deneyimine dayalı bir çevre politikasının önemini vurguluyor. Akademik çalışmalardan aktivist hareketlere kadar pek çok alanda ekofeminist perspektif, sürdürülebilirliğin ve eşitliğin birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini gösteriyor. Carolyn Merchant’ın Doğanın Ölümü eseri, bilimsel devrimlerin doğaya yönelik tahakkümünü ele alarak ekofeminist düşüncenin tarihsel bağlamını ortaya koyarken, Vandana Shiva ve Maria Mies’in Ekofeminizm kitabı, kadınların ekolojik bilginin taşıyıcısı ve koruyucusu olduğunu vurguluyor.
Bunun yanı sıra, ekofeminizm yalnızca çevre ve kadın hakları arasındaki bağlantıyı değil, aynı zamanda ekonomik ve sosyal sürdürülebilirlik ile de ilgilenmektedir. Çevresel yıkımın, en çok yoksul ve savunmasız grupları etkilediği düşünüldüğünde, kadınların iklim krizine karşı geliştirdiği çözüm önerileri, yalnızca doğanın korunmasını değil, aynı zamanda sosyal adaletin sağlanmasını da amaçlamaktadır. Yerli topluluklar, kadınların liderliğinde, geleneksel ekolojik bilginin korunmasını ve sürdürülebilir kalkınma stratejilerinin benimsenmesini sağlamaktadır.
Bugün göstergeler açıkça gösteriyor ki; önlem alınmazsa, doğanın dengesi bozulmaya devam edecek ve en büyük bedeli yine kadınlar ödeyecek. Bu yüzden “Kadının yeri akıldan doğaya uzanan yolculuktur.” Ekofeminist hareket, bu yolculuğun hem doğanın hem de kadınların özgürleşmesi için sürdürülebilir bir şekilde devam etmesini sağlamalıdır. Kadınların çevre mücadelesindeki yeri, sadece bir çevre politikası meselesi değil, aynı zamanda bir insan hakları meselesidir. Dünya genelinde kadınların doğayı ve yaşamı korumak adına gösterdiği çaba, gezegenin sürdürülebilir bir geleceğe sahip olması için en önemli umut kaynaklarından biridir.
Doğanın korunması, kadınların güçlenmesiyle mümkündür ve bu mücadelede kadınlar en büyük umut kaynağı olmaya devam edecektir.
Yorumlar
Dikkat!
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.