Zamanın ağırlığı ve hafızanın ihaneti
İnsan neyle yaşar? Ekmeğiyle mi, hayaliyle mi, yoksa hatırladıklarıyla mı?
Zaman, hayatımızdan sessizce geçen bir ırmak gibi görünür. Ama dikkatli bakıldığında, sadece akmaz; şekillendirir, aşındırır, bazen de unutturur. Her yeni gün, eski bir anının üzerine toprak atar. Ve biz buna yaşamak deriz.
Oysa zaman sadece geçmekle kalmaz, taşıdığı hafızayı da dönüştürür. Düşünsenize, en çok sevdiğiniz insanın sesini, en çok acıttığınız anın ayrıntılarını, bir çocuğun bakışındaki kırılganlığı hatırlamakta zorlanıyorsunuz. Hafıza, sizi korumak için susturuyor geçmişi. Ama aynı zamanda sizi eksiltiyor da. Çünkü kim olduğunu bilmek, ne yaşadığını unutmamakla mümkündür.
Heidegger’e göre insan “ölüme doğru varlık”tır. Yani bizler, bir sona doğru yürüyen anlam arayıcılarıyız. Bu yürüyüşte en büyük azığımız, geçmişimizdir. Ama hafıza, zamanın en çürük tahtasıdır. Onun üzerine bina edilen kimlik, çoğu zaman yalandan bir ev gibidir.
Zamanın en büyük ironisi de budur: Ne kadar ilerlersen, o kadar kaybedersin. Ve her kayıp, seni biraz daha “sen olmaktan” uzaklaştırır. Bu yüzden felsefe, unutmamak için vardır. Sanat, hatırlatmak için. Ve hayat, hatırladıklarımızla değil, unuttuklarımızla şekillenir çoğu zaman.
Belki de bu yüzden en çok, kendimizi kaybederiz. Aynada gördüğümüz silüet, yalnızca bugünün değil, unutulmuş dünlerin de yansımasıdır. Biz, hatırladıkları kadar değil, unuttukları kadar da insansızlaşan varlıklarız.
Ve sahi…
Bir gün her şey silinirse,
kim kalır geriye?

Yorumlar
Dikkat!
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.