New York gereksiz ve anlamsız bir zirve değildir...

Yayın Tarihi: 17/07/25 08:00
okuma süresi: 8 dak.
A- A A+

Geçtiğimiz Mart ayında toplanan, 6 maddelik bir GYÖ paketi üzerinde uzlaşılan Kıbrıs zirvesi, yaklaşık 4 aylık bir aranın ardından dün akşam New York’ta start aldı.

Zirve, Kıbrıs saatiyle bugün sabaha karşı 02.00’de (New York saatiyle 19.00’da) bir yemekle start alırken, esas toplantılar bugün gün içinde önce taraflar arasında çeşitli ikili görüşmeler, ardından da Genel Sekreter Antonio Guterres’in himayelerinde 5+1 genişletilmiş toplantı formatında devam edecek ve yine bu gece yarısı saatlerinde düzenlenecek basın toplantısıyla noktalanacak.

Kendi adıma Derviş Eroğlu zamanından bu yana ilk kez bir zirvede bulunamamanın burukluğunu yaşıyorum. Kısmet değilmiş diyerek kendimi avutuyorum ama bir yandan da çeşitli dostların “belki de sen gitmedin diye hayırlı bir sonuç çıkacak” taşlamalarıyla uğraşıyorum.

İnşallah süreç üzerindeki uğursuzluk bendim de bu zirveye gitmeyerek bunu yenmiş olayım diye düşünüyorum.

Ama Kıbrıs sorununun çözümü (ya da herhangi bir olumlşu gelişme) ne benim kişisel arzularıma ne de çeşitli batıl inançlara bağlı bir şeydir.

Öte yandan zirve ile ilgili beklentilerin çok düşük olduğu, kimselerin pek bir şey beklemediği malumunuzdur. Ve ek olarak vurgulamam gerekirse, Kıbrıs sorunu müzakerelerinin mezarlık temizleme ya da kapı açma seviyesine düşürülmesinden ayrıca hicap duyduğumu da söylemek isterim.

Fakat zirve, en nihayetinde bir uluslararası zirvedir ve her an her şey olabilecek nitelikte (ve potansiyelde) adımlara açık bir platformdur.

Peki bir yandan Guterres’in kişisel temsilcisi Maria Holguin’in “federal çözüm iki taraf arasında ortak bir referans olmaktan çıkmıştır” açıklaması ve yine Pazartesi günü BM Güvenlik Konseyi’ni bilgilendiren BM Özel Temsilcisi ve Barış Gücü Misyon Şefi Colin Stewart’ın “iki taraf arasında derin bir güven bunalımı var” ifadelerinin gölgesinde, olumlu bir adım düşünmek mümkün mü diye sormak gerekmektedir.

Bunun cevabı hem evet, hem de hayırdır.

Önce cevap anlamında “hayır” kısmını düşünecek olursak, gelinen noktada iki tarafın düşüncelerinin birbiriyle örtüşmesi mümkün değildir.

Bir kere Türk tarafı söylemlerini “devletten devlete” konuşma üzerine kurmaya çalışmaktadır ve bu da BM parametreleri çerçevesinde “toplumlararası görüşmeler” sıfatı adı altında “toplumdan, topluma” görüşen Kıbrıs Rum tarafının asla kabul etmeyeceği bir şeydir.

Adına eşit egemenlik, egemen eşitlik ya da ona benzer bir tanım yapılan fakat beni kısaca “utangaç KKTC’cilik” olarak nitelediğim bu duruşun hiçbir karşılığı yoktur, olacak da değildir.

Kıbrıs Rum tarafıysa, Türk tarafının 2021’den itibaren sürdürdüğü yeni siyasetin getirdiği rahatlıkta ve yarattığı boşlukla birlikte “federal çözüm” söylemlerini iyice arşa çıkartarak, at koşturmakta, hem 2017 Crans Montana’yı hem de 2004 Annan Planı facialarının baş müsebbibi olduğunu çoktan unutturmuş gibi mutlu mesut yoluna devam etmektedir.

İki taraf arasındaki bu derin uçurum kuşku yok ki New York zirvesinden çıkması muhtemel umutları en alt noktaya indirgemiştir.

Fakat bu şans sıfır değildir.

Sıfır olmamasının da iki temel çıkış noktası vardır.

Bunlardan bir tanesi Türkiye ile ilgili olan kısmıdır. Öyle ki son dönemin çok yoğun dedikodularından bir tanesi üzerine inşaa edilen ilk çıkış noktası, Türkiye’nin hem AB, hem ABD ilişkilerinin selahiyeti hem de Doğu Akdeniz’de aktif bir paydaş olarak oyuna dönme bağlamında, iki devlet formülünden yumuşak geçişle yeniden BM parametrelerine yaklaşma niyetidir.

Niyet kelimesini fazla iddialı bulabilirsiniz ama Türkiye’nin bu yukarıda saydığım hususlarda sürekli olarak Kıbrıs sorununu karşısında bulması bir gerçekliktir.

Dikkat ederseniz son dönemde bahar havasından, yaz sirtakisine dönen Türk-Yunan ilişkilerinde denenen yeni şey “Kıbrıs sorunsuz” bir ilişki biçimidir.

İki ülke yeni dönem ilişkilerinde Kıbrıs başlığını kendi aralarında buzluğa kopyup, ileriye doğru hareket ederek bir çok konuda iş birliği yapmış, yapmakta, kadim sorunlarını çözme yolunda ilerlemektedir.

Ne demeye çalışıyorum? Demeye çalıştığım şey şu: İki ülke, Kıbrıs sorunu gibi bir baş belası olmadan, kendi aralarındaki iş birliği potansiyelinin nerelere ulaşabileceğinin tatbikatını yapmakta, bunun faydalarını gözlemlemektedir.

Fena mı?

Değil tabii ama bu ilişki biçimi tıpkı 2 yıl önce Pile’de yaşanan saçma sapan bir olay sonrası berhava olmaya çok açık bir biçimdir. Aklın yolu, bu sorundan tamamen kurtulmaktan geçmektedir.

İkinci konu da 4 yıl dokuz aydır oturduğu koltukta hiçbir siyasi başarıya imza atamayan, hiçbir elle tutulur ilerleme sağlayamayan Ersin Tatar’ın kırıklarla dolu karnesidir.

Zirve öncesi “madem o kadar yolu gidiyoruz, New York’tan bir sonuç çıkmaldır” diye Tatar’ın bir başarı hikayesine ihtiyacı vardır.

Rauf Denktaş’ı ayrı tutacak olursak, Talat, Eroğlu ve Akıncı’nın tümünün de en azından bir kapı açmışlığı vardır. Eroğlu’nun ayrıca 11 Şubat Belgesi, Talat’ın Hristofiyas’la yakınlaşma kağıdı, Akıncı’nın Crans Montana’nın mimarı olmak gibi başarıları vardır ama Tatar’ın hiçbir başarısı yoktur.

Dolayısıyla seçimde anlatacak hiçbir şeyi bulunmamaktadır.

İsterse TDT macerasını ve halkın milyonlarını sokağa atıp, TDT üyelerinin 541, 550 sayılı kararları tanıdığı AB ile yaptığı deklerasyonu ya da güneyde açtıkları elçilikleri anlatabilir!

Tam da bu yüzden şu anki anketlerde 6-8 puan arası geride bulunan Tatar’ın bu durumu tersine çevirecek puan ya da puanlara ihtiyacı vardır ve New York onun muhtemelen son şansıdır.

Şimdi bir yandan Türkiye ray değiştirecek diye iddia edip, ondan sonra Tatar’a seçimde fayda edecek bir sonuç sağlama çabası kulağınıza çelişkili duyulabilir.

Doğrudur, eğer Türkiye ray değiştirmek gibi bir şeyi düşünüyorsa bunu Tufan Erhürman’la çok daha rahat yapabilir.

Fakat Türkiye bu ray değişikliğini pek tabii ki Ersin Tatar’la yeni ve hybrid bir model telaffuz ederek bulma yoluna da gidebilir.

Kıbrıs müzakere tarihinde çok geniş kabul gören hurafe gibi bir söylem vardır: “Anlaşmayı sağcı liderler imzalarsa, bu halklara daha kolay anlatılabilir.”

Crans Montana sürecini başlatan 11 Şubat 2014 Belgesini imza eden kişi, belki de sağ cenahın en federal çözüm karşıtı isimlerinden birisi olan Derviş Eroğlu’dur.

Daha öncesinde federal çözümün anlaşıldığı 77-79 Doruk Antlaşmalarının altında Rauf Denktaş’ın imzası vardır.

Yani kısacası Türkiye’nin ulvi çıkarları, KKTC’de seçimleri kimin kazandığından ya da kazanacağından çok daha önemlidir.

2020’de Türkiye’nin çıkarları Ersin Tatar’ı göreve taşımıştır, 2015’te, 11 Şubat Belgesinden sadece 14 ay sonra federal çözüm konusunda attığı imzaya rağmen ayak sürüyen Eroğlu seçimi kaybetmiştir.

Kuşku yok ki 19 Ekim 2025 günü de esas belirleyici olan şey Türkiye’nin ne istediği olacaktır.

Kısacası New York, Ersin Tatar için hayati önemde bir zirvedir, oradan elinin boş dönmesi seçilmesini tamamen imkansız hale getirecektir. Bu bile zirvenin gereksiz ve anlamsız olmadığını gösterecek niteliktedir...

Bu bağlamda 19 Ekim seçiminin kaderi önümüzdeki 48 saat içinde daha da net bir hale gelecektir demek bence makuldür... 


Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Kıbrıs Postası’nın editöryal politikasını yansıtmayabilir.
#mesajınızvar
Levent ÖZADAM'dan
#mesajınızvar
Gözden Kaçmadı
#gozdenkacmadi

Yorumlar

Dikkat!
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.