Esas sorun demokrasinin yeterince özümsenmemesidir...

Yayın Tarihi: 26/03/25 10:18
okuma süresi: 8 dak.
A- A A+

Son bir haftada Türkiye’de işler iyice rayından çıkmış durumdadır.

Pazar günü ifadesi biten İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, mahkeme tarafından terörle ilgili suçlamalardan ‘şimdilik’ beraat ederken, mali iddialarla ilgili tutuklandı ve ileride AK Parti iktidarının simgesi olarak anılması kesin olan ‘Silivri’ye götürüldü.

Ekrem İmamoğlu bu saatten sonra Türkiye’nin yeni lideri olacaktır. 20 yıl önce Recep Tayyip Erdoğan’ı önce iktidara, ardından da liderliğe taşıyan Pinarhisar macerasının ve yarattığı mağduriyetin aynısı Silivri’de ve sonrasında yaşanacaktır.

Gönül isterdi ki, Türkiye’de yaşanacak olan bu değişim normal bir şekilde, demokratik enstrümanlar kullanılarak gerçekleşsin. Ancak geldiğimiz noktada bu şekilde bir değişim olmayacağı görülmektedir. Bu da endişe edilecek bir durumdur.

Öte yandan 100 yıl önce kurulan Türkiye Cumhuriyeti, defalarca demokrasi bunalımları yaşamış ancak her defasında raydan çıkan işler, bir şekilde geri döndürülmüştür.

Nihayetinde köklü bir devlet olan Türkiye’nin aklı-selim insanlarının bunu başarabileceğine inanmak istiyorum ama dediğim gibi son bir haftada yaşanan restleşme, bu konuda endişelerimizi artırmış, umutlarımızı azaltmıştır.  

Aslına bakarsanız bu son yaşadığımız mücadele Türkiye’nin son 200 yılına (Osmanlıyı da sayarak) damga vurmuş bir mücadeledir. Yani moderinleşme çabaları.

Rönesans ve Reform’u ıskalayan Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasının temelinde modern bir mekanizma kurulmaması yatmaktadır. Din ile devlet işlerinin ayrılamaması, askeri vesayetin sürekli bir şekilde işin içine girmesi, demokratik bir sistem ve anlayışın kurulmamasında etkilidir.

Yine de önemli denemeler yapılmıştır.

Fransız İhtilali sonrası tahta çıkan 3.Selim’in başlattığı ve o dönemde askeri modernleşmeyi temel alan Nizam-ı Cedit (Yeni Düzen) hareketi, aslında bir anlamda Osmanlı’daki eski düzenle, yeni düzenin bir arada uyum içinde yaşayabilmesini öngörüyordu. Kabakçı Mustafa İsyanı ve 3.Selim’in öldürülmesiyle biten bu ilk batılılaşma denemesi, ileriki iki yüzyılda hem Osmanlı’nın son döneminde, hem de sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde her zaman devam etti.

Bu bakımdan, Türkiye’de şu an yaşanan demokrasi krizini, AK Parti’nin iktidara geldiği 2002’den bu yana değerlendirmek eksik ve derinliksiz olur.

Sorunlar hep vardı ve bu sorunların baş aktörleri, iktidarların değişmesiyle birlikte, sürekli bir şekilde değişip, başkalaşmıştır.

Mesela 1946 yılında yapılan ve CHP’nin tek parti iktidarını sonlandıran ilk Türkiye seçimleri yasa dışı bir şekilde iptal edilmiştir. Bu tarihe geçmiş bir gerçekliktir.

1950 yılında yapılan ikinci denemede iktidarı ele geçiren Demokrat Parti’nin 10 yıllık iktidarı da askeri darbeyle bitmiştir.

27 Mayıs darbesinden hemen önce “Şartlar tamamlandığında halklar için ihtilal meşru bir haktır. O zaman sizi ben bile kurtaramam…” şeklideki ifadeyle darbeye yeşil ışık yakan ifadelerin sahibi dönemin CHP Genel Başkanı, ‘Milli Şef’ İsmet İnönü, muhatabı ise o tarihten aylar sonra darağacında can verecek olan Başbakan Adnan Menderes’tir.

Türkiye aradan geçen 65 yılda defalarca darbeler ve darbe girişimlerine maruz kalmıştır.

12 Mart 1971 muhtırasının ardından binlerce kişi, aydın, gazeteci, siyasetçi tutuklanmış, Ziverbey köşkü gibi yerlerde işkenceden geçirilmiştir.

12 Eylül 1980 darbesinin ardından 600 bin kişi tutuklanmış, işkenceden geçirilmiş, sürülmüş, yıllarca tutuklu kalmış, aileler parçalanmış, ülke darmadağın edilmiştir.

Demokrasiyi sürekli sekteye uğratan bu girişimler, belki de Türkiye’nin ve Türk insanının demokrasisi güçlü, sarsılmaz ya da köklü bir hale gelmesinin önünde set olmuştur. Bu da demokrasiyi maalesef bir yap boz tahtasına çevirmiştir.

Türkiye’nin siyasi tarihi maalesef tarifsiz acılar, talihsiz olaylar, acılarla doludur. 

Bütün aksiliklere, bütün kesintilere ve talihsiz olaylara rağmen, Türkiye’nin demokratik yapısı yine de bozulmamış, bir yerde en temel yönetim hassasiyeti güçler ayrılığı ilkesi göz ardı edilmemiştir.

Ancak gelinen noktada ve Erdoğan Türkiye’sinde artık bir güçler ayrılığından söz etmek mümkün değildir.

Türkiye tek adam yönetimi altında, otokratik bir yönetim anlayışına sahiptir. Yargı bağımsızlığından söz etmek mümkün değildir. Devletin tepesinde olan kişilerin ‘Anayasa Mahkemesi kapatılsın’ şeklindeki açıklamaları etrafta dolaşmaktadır.

Fakat sıkıntı şudur: Bugün bu sisteme karşı isyan eden muhalefetin dayanağı, ideolojisi Kemalizm onun kurucusu Mustafa Kemal’dir.

Mustafa Kemal’in iktidarda olduğu yaklaşık 20 yıllık süre tek adam rejiminden başka bir şey değildir. Kabul ediyorum, şartlar belki aynı değildi, konjonktür de aynı değildi ve en önemlisi, Türkiye halkı bir değişim içindeydi. Ama yönetim şekli tek adam rejimiydi, başka bir şey değil.

Peki, bir tek adam yönetiminden kurtulmak için, başka bir tek adam yönetimini referans göstermek, buna özlem duymak, doğru bir tavır olur mu?

Bana göre değildir. Tabulaştırma, putlaştırma ve tapınma, demokratik ilkelerle bağdaşmaz. Bağdaşmadığı gibi ayrıcalıklık sağlar, toplumu böler. Nitekim İslamcı, anti-laik bir düzen özlemi ve çabası, daha önceki dönemin baskıcı zihniyetinden devşirilmiştir. Aydınlanma çağının başlamasından neredeyse 250 yıl sonra bizim hala daha baş örtüsü tartışması yapmamız içinde yaşadığımız düşünce habitatının nasıl geri kaldığının bir göstergesidir.

Bu yazdıklarımdan canı sıkılacak olanlar olacaktır ancak gerçekler bunlardır.

Sorun esasen Türk insanının (buna elbette Kıbrıslı Türkler de dahildir) demokrasi ve yönetim şekli anlayışındadır, bunu yeterince özümseyememesindedir.

Bu anlayış değişmediği sürece, insan hak ve özgürlükleri en önemli değer olmadıkça, hak, adalet ve hukuk en üst yerde olmadıktan sonra, Erdoğan sonrası Türkiye’nin de anti-demokratik başka bir yönetim ya da yöneticilere sahip olması ihtimali kaçınılmazdır.

Nitekim, Ekrem İmamoğlu için söylenen “Erdoğan’ın prototipidir” şeklindeki söylem çok da yanlış değildir.

Sağ popülist ya da sol popülist siyasetçilerin temel dayanağı, halktan gelen destektir. Siyasetçi, halk dalkavukluğu yaparak yolunu bulur.

Fakat halkın tek istediği bu değildir. Mevki, makam, ayrıcalık ve diğer istekler, siyasetçinin profilini çizer.

KKTC siyasi literatürünün en geçerli akçesi “bizim çocuğa bir iş” lafı, aslında o toplumun nasıl bir demokratik düzeneğe sahip olduğunu gösterir.

Türkiye’de de durum farksızdır. Siyaset zümreseldir, kamusal değildir. Toplumun genelini düşünmez, kendinin, ailesinin ve yandaşlarının çıkarını düşünür.

Sorunların temelinde yatan sebeplerden belki de en başta geleni budur.

Keşke Türkiye’deki ve bizdeki siyasi anlayış, siyaset yapma şekli, toplumsal çıkarları ön plana koysa...

Pek umudum yok ama dileğim budur...

Umarım Türkiye’de aklı selim galip gelir yoksa aksi takdirde olacak olanları düşünmek bile istemiyorum.

 


Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Kıbrıs Postası’nın editöryal politikasını yansıtmayabilir.
#mesajınızvar
Levent ÖZADAM'dan
#mesajınızvar
Gözden Kaçmadı
#gozdenkacmadi

Yorumlar

Dikkat!
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.