Liderlik, netlik, cesaret ve yapıcı olmanın gerekliliği...
Siyasi liderlik, bir toplumun yönünü belirleyen, politik kararları şekillendiren ve halkı ortak hedefler doğrultusunda harekete geçiren temel bir güçtür.
Ancak tüm liderler aynı tarzda yönetmez; liderliğin biçimi, kişisel özellikler, toplumsal koşullar ve siyasi sistem tarafından büyük ölçüde şekillenir.
Bu bağlamda, siyasi liderlik çeşitli türlere ve modellere ayrılabilir ve her biri avantajları ve dezavantajlarıyla öne çıkar.
Elbette bu makalede siyasi bilimlere giriş dersi tarzı bir şekil benimsemek istemiyorum ancak resmin netleşmesi için biraz kitaptan konuşmalar yapıp, liderlik kavramının ne olduğuna bakmak lazımdır.
Liderlik ama nasıl bir liderlik?
Örneğin otoriter liderlik, hızlı karar alma ve güçlü merkezi kontrol sağlama kapasitesiyle kriz dönemlerinde etkili olabilir.
Ancak katılımın sınırlı olması, toplumsal motivasyon ve yaratıcılığı azaltabilir.
Buna karşılık demokratik liderlik, karar alma süreçlerine katılımı teşvik ederek toplumda güven ve bağlılık oluşturur, fakat karar süresi uzun olabilir ve krizlerde esneklik kaybına yol açabilir.
Karizmatik liderlik ise liderin kişisel çekiciliğine ve vizyonuna dayalıdır; toplumu etkileme gücü yüksek olsa da, mantıksal ve kurumsal denetimden uzak kalma riski taşır.
Dönüşümcü liderlik, toplumda köklü değişim yaratma kapasitesine sahiptir ve uzun vadeli vizyon sunar ancak uygulanabilirlik ve somut sonuçlar açısından zorluklar yaşanabilir.
Mahatma Gandi tarzı hizmetkâr liderlik ise toplumun ihtiyaçlarını merkeze koyarak güven ve bağlılık oluşturur, fakat etkin karar alma ve hızlı politika üretimi konusunda sınırlı kalabilir.
Bu çeşitlilik, siyasi liderliğin tek bir tanımla sınırlanamayacağını ve farklı bağlamlarda farklı liderlik türlerinin ön plana çıkabileceğini gösterir. Karşılaştırmalı yaklaşım, liderlik stillerinin avantajlarını ve risklerini analiz ederek, toplumsal ve politik etkilerini daha net görmemizi sağlar.
Bu çerçevede, siyasi liderlik yalnızca makam sahibi olmayı değil, aynı zamanda toplumu yönlendirme, motive etme ve stratejik vizyon sunma kapasitesini de ifade eder.
Tufan Erhürman 19 Ekim seçimlerinde aldığı yüzde 63’lük muazzam oyla, Kıbrıslı Türklerin liderlik makamına oturmuştur.
Ancak makama oturmak, onun toplumun lideri olduğu anlamına, ya da bir takım parti militanının “tufan çıktı, hepiniz boğulacaksınız” tarzı yüzeysel atıp tutmasıyla “lider” vasfını elde ettiği anlamına gelmez.
Dünkü yayınıma katılan sanatçı-yazar Ümit İnatçı hocamız tam da bu noktada çok değerli bir yorum yapmıştır.
Ümit Hoca kısaca Tufan Erhürman’nın seçim döneminde kullandığı ‘muğlak’ söylemleri artık bir kenara bırakmasını ve cesaretle ‘net’ söylemlere yönelmesini salık vermiştir.
Çünkü yine kitaptan konuşacak olursak, netlik, bir liderin vizyonunu, amaçlarını ve mesajlarını açık ve anlaşılır biçimde ifade etmesi anlamına gelir.
Siyasi liderler için netlik, topluma güven verir ve karmaşık politik süreçlerde yön gösterir. Kararların ve politikaların belirsiz veya çelişkili olması, toplumsal kafalarda karışıklığa ve liderin güvenilirliğinin zedelenmesine yol açar.
Ve yine cesaret, liderin zor, riskli veya belirsiz durumlarda doğru bildiği yönde hareket etme yeteneğidir.
Çünkü siyasi liderler, toplumsal ve uluslararası baskılarla karşılaştıklarında cesaret göstererek reformlar yapabilir, krizleri yönetebilir veya adil kararlar alabilir. Cesaret bu bağlamda liderin kararlılık ve güvenilirliğini pekiştirir.
Peki biz Ümit Hoca ile canlı yayında bu konuları konuşurken, aynı dakikalarda süren meclisteki tartışma konusu neydi dersiniz!?
Efendim şu: YDP Başkanı Erhan Arıklı meclis kürsüsünden “Biz Tufan hocayı destekliyoruz, çünkü kendisi konfederasyonu destekliyor!”
Ümit İnatçı Hocanın “eğer meydanı boş bırakıp, net konuşmazsan, onlar senin ağzına laf koyar, işin içinden çıkamayız” tespitinin tıpkısının aynısı!
Sadece Arıklı mı?
Son günlerde bu ülkenin başına kadim zamanlardan beri musallat olan bazı hamasetçi manipülasyoncuların sevinç çığlıklarını duymadık mı sanıyorsunuz?
“Tufan hoca tehlikesizdir, bizi Rum’a satmayacak, o da iki devletli çözüm istiyor” türü laflar, tam da seçim dönemi ve sonrasında verilen bir takım mülakatların muğlak konuşmaların eseridir!
Bakınız, amacım ilk günden Tufan Erhürman’ı eleştirip, kırıp dökmek değildir. Eğer böyle bir niyetim olsaydı, bu konuda pek az kişinin elime su dökebileceği de malumdur.
Ancak niyetim yıkıcı olmak değil, yapıcı olmaktır. Zira bir şeyin nasıl olmayacağını, olamayacağını çok iyi biliyorum.
Ve biliyor musunuz, bundan çok usandım!
Bunun yerine bir şeyin nasıl olacağına, olabileceğine odaklanmak istiyorum.
Toplumsal çıkarlarımız için yapmamız gereken şey, Ümit Hocanın dediği gibi sosyal medya postlarında “kusmak” değil, sürece destek olmaya çalışmaktır. En azından belirli bir süre!
Bunun tersini yapmak ortaya çıkan az da olsa umut kırıntılarını da yok etmekten başka ne işe yarayabilir, biri bana anlatsın!
“Ben dediydin, ben söylediydim” şeklindeki konuşmalar, “böyle yapmalıyız, şöyle etmeliyiz” şeklinde akılcı konuşmalara everilmek zorundadır!
Çünkü kim ne derse desin en büyük sorunumuz Kıbrıs sorununun ta kendisidir ve bütün sorunlarımızın anası da odur!
Uluslararası tanınmışlıktan ve hukuktan uzak, kısır KKTC siyasetinin yarattığı sistemden bu sorunlara çözüm bulmasını beklemek saflıktan da öte bir şeydir.
Dolayısıyla Kıbrıs sorunundan kurtulmamız en öncelikli konumuz olmalıdır.
Bu bağlamda şu an elimizdeki tek enstrüman Kıbrıslı Türklerin toplum liderliği makamı ve o makama seçilen Tufan Erhürman’dır.
Aldığı oy oranı da numerolojik açıdan simgesel çözüm iradesi rakamıyla hemen hemen aynıdır!
Yani Annan Planı’ndaki yüzde 65’lik oy oranıyla!
2015 seçimlerinde hemen hemen aynı oyu alan Mustafa Akıncı, aldığı oy oranının gereğini yerine getirmiş ve bizi -her ne kadar hayal kırıklı olsa da- Crans Montana’da çözümün eşiğine getirmiştir.
Akıncı o süreçte hem net, hem de cesur davranmış, süreci forse etmiş ve Kıbrıslı Türkleri layığıyla temsil etmiştir.
Tufan Erhürman’dan beklediğimiz de bizi bir umuda inandırması, net olması ve cesaret göstermesidir.
Kendisine en büyük eleştirileri yapmış, belki zaman zaman haddini aşıp kırıcı olmuş birisi olabilirim.
Ama bu ona karşı kişisel bir tavrım olduğu anlamına gelmez. Bilakis, benim duruşum her zaman ilkeseldir ve kendisi de bunu çok iyi bilmektedir diye düşünüyorum.
Yoksa benimle her karşılaştığında samimi bir şekilde sohbet edip, dertleşir bir durumda olmazdı.
Dediğim gibi, Kıbrıs sorununun çözümü için inisiyatif almalıyız ve Tufan Erhürman şu an bizim adımıza bunu yapabilecek olan temsilcimizdir.
Elbette, Kıbrıs sorunu uluslararası bir sorundur, muhatapları çok daha büyük aktörlerdir.
Ama işin özündeki aktörlerden birisi biziz ve bu gücümüzü ön plana çıkarmalı, Türkiye’ye biat eden bir mekanizma değil, her iki ülke ve halkın çıkarlarının ortaklaştığı bir stratejik partner olma noktasına gelmeliyiz.
Kısacası kayıp özne halimizden kurtulmalıyız ve bunun en kısa yolu, müzakere masasına dönmektir.
Tufan Erhürman’dan beklediğim en önemli şey tam olarak budur. Yani bizi müzakere masasına taşıması ve Kıbrıs sorununu çözme yoluna girmesidir.
Biliyorum, kendisi seçim dönemindeki söylemlerinde çözüm vaadi vermemiştir ama çözüm yoluna girmek, bizim görünür olmamızın yegane yoludur.
Ben kendi adıma, bir toplumsal gereklilik olarak, belirli bir zaman hakkımı kendimde saklı tutmak kaydıyla yapıcı olmayı tercih ediyorum.
Dolayısıyla top şimdi onun ayağındadır.
Ondan Messi olmasını elbette beklemiyorum ama göze hoş gelen atak bir futbol oynamasını beklemek en doğal hakkımdır diye düşünüyorum...
Göreceğiz...
Yorumlar
Dikkat!
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.