“Kürdistan” ve Musul-Kerkük meselesi
Dil ve kültürel kökler bakımından incelediğimizde Türk halklarının kökenleri, Orta Asya'daki Altay Dağları çevresine kadar uzanır. Proto-Türkçe konuşan toplulukların MÖ 3. yüzyıldan itibaren var olduğu düşünülmektedir. Zamanla, bu topluluklar farklı yönlere göç etmiş ve çeşitli Türk dilleri ve kültürleri gelişmiştir. "Türk" adının siyasi bir kimlik olarak ilk kullanımı, 6. yüzyılda kurulan Göktürk Kağanlığı dönemine rastlar. Göktürkler, kendilerini diğer topluluklardan ayıran bir "Türk" kimliğine sahiptiler ve bu kimlik, yazılı Orhun Kitabeleri ile belgelenmiştir. 11. yüzyıla gelindiğinde ise Oğuz Türkleri Anadolu'ya yerleşmeye başlamış ve bu bölgeyi yurt edinmişlerdi. 1071 Malazgirt Zaferi bu sürecin önemli bir dönüm noktasıdır.
Anadolu'da kurulan Selçuklu ve ardından Osmanlı İmparatorlukları, Türk kimliğinin gelişimi ve yayılması açısından kritik rol oynar. Osmanlı İmparatorluğu çok uluslu bir yapıya sahip olsa da, yönetici sınıfı ve kültürü büyük ölçüde Türk-İslam geleneğine dayanıyordu.
Modern anlamda "Türklük" bilinci ve ulusal kimlik, 20. yüzyılın başlarında, özellikle Türkiye Cumhuriyeti'nin Lozan antlaşması ile tam bağımsız olarak 1923'te kurulmasıyla sağlar. Bu dönemde, ortak bir dil, kültür ve tarih anlayışı etrafında bir Türk ulusu yaratma çabaları yoğunlaşır.
Bu demektir ki Türklerin tarih sahnesine çıkmalarının üzerinden 2300 yıl, Anadolu’da yaşamalarından 1000 yıl ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan 100 yıl gibi bir zaman geride kalmıştır.
Buraya kadar güzel değil mi? Bir de devamına bakalım.
Sanırım dünya tarihinde ilk ve tektir. Böyle bir geçmişe sahip bir ulus, Lozan’a ve Türkiye Cumhuriyeti’ne tamamen karşı olan bir “sözde fesih manifestosu” ile karşılaşıyorlar.
Her şey tarihin gözleri önünde yaşanıyor ve yazılıyor. Bir çok sahte haber ve bilgi ile beraber.
Aşağıdaki bilgiyi internetin her yerinde durmadan tekrar eder şekilde görmeniz mümkün!
Tırnak içinde yazıyorum: “1926 Ankara antlaşmasına aöre Irak toprak bütünlüğünü kaybettiği an Türkive, Musul ve Kerkük üzerinde hak sahibi olur... Atatürk’ün 90 yıl önce yaptığı bu antlaşma yüzünden Kürdistan kurulamıyor.
Kürdistan resmi olarak kurulduğu an Türk ordusu Musul ve Kerküke girer ve BM buna sesini çıkartamaz..”
*
Bu iddia oldukça yaygın biçimde sosyal medyada dolaşmakta, ancak hukuki ve tarihi açıdan doğru değildir. Şimdi, adım adım açıklayarak konuyu netleştirelim:
1. 1926 Ankara Antlaşması Nedir?
Türkiye ile Birleşik Krallık (İngiltere) arasında, Irak’ın statüsünü belirlemek amacıyla 5 Haziran 1926’da imzalanmıştır. Antlaşmaya göre, Türkiye, Musul ve Kerkük’ün Irak sınırları içinde kalmasını kabul etmiştir. Türkiye’ye 25 yıl süreyle petrol gelirlerinden yüzde 10 pay verilmesi kararlaştırılmıştır. Bu gelir hakkı, Türkiye tarafından 1932 yılında 500 bin sterlin karşılığında devredilmiştir. Taraflar, sınırlarına saygı göstereceklerini ve bu sınırları ihlal etmeyeceklerini taahhüt etmiştir.
2. “Irak toprak bütünlüğünü kaybederse Türkiye Musul-Kerkük’e girer” hükmü var mı?
Hayır. Böyle bir madde Ankara Antlaşması’nda yoktur. Antlaşmada, Irak’ın parçalanması veya Kürdistan’ın kurulması durumunda Türkiye’nin Musul ve Kerkük üzerinde hak iddia edeceğine dair açık ya da örtük bir hüküm bulunmaz.Bu tür bir “otomatik hak doğumu” uluslararası hukuka da aykırıdır.
3. Kürdistan kurulur kurulmaz Türk Ordusu Musul-Kerkük’e girer mi?
Böyle bir durumda Türkiye, uluslararası hukuka aykırı davranmış olur. Türkiye, BM Güvenlik Konseyi kararı olmadan başka bir ülkenin topraklarına askeri müdahalede bulunamaz (meşru müdafaa dışında). Ayrıca, Türkiye’nin böyle bir hakkı kullanabileceğine dair ne Ankara Antlaşması’nda ne de başka bir bağlayıcı uluslararası belgede herhangi bir otomatik müdahale yetkisi tanımlanmamıştır.
Dolayısı ile tırnak içinde yazdığım bilgi her yerde defalarca ve aylardır yayılsa da doğru değildir.
Antlaşması’nda böyle bir hüküm yoktur. Atatürk’ün stratejik öngörüsü elbette güçlüdür, ancak bu tür “otomatik hak doğuran” bir madde hiçbir uluslararası antlaşmada yer almaz.
Bu tür bilgiler komplo teorisi veya sosyal medya efsanesi niteliğindedir. İnternet’te dolaşan bilgilerden korunmak için şüphe ile yaklaşmak ve araştırmak esastır.
Acaba sizce; “yönverilmiş geleneksel medya”ya bir de ipsiz sapsız sosyal medya içerikçileri eklenince, bu döneme “medyanın cahiliye dönemi” denilebilir mi?

Yorumlar
Dikkat!
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.