Başkalarının Duygularını Önemsemek: Değer mi, Beceri mi?
Toplumumuz için küçük ama derin bir soru :)
Geçtiğimiz hafta aile değerleri üzerine bir yazı yazmıştım. Okuyanlar bilir, çocukların kulaklarıyla değil, gözleriyle öğrendiğinden bahsetmiştim. Bugün aynı yerden devam etmek istiyorum.
Çünkü masada hala önemli bir soru duruyor. Çocuğumuz, başkalarının duygularını gerçekten önemsiyor mu? Ve biz bunun için nasıl bir zemin hazırlıyoruz?
Çocuk yetiştirmek, aslında çok yoğun bir “görerek öğretme” süreci, onlara anlatmayı düşünmeden bile davranışlarımızla öğretmiş oluyoruz. Adanın sıcaklığından bahsederiz ya hep, ama bazen evin -ve de kalbin- içinde duygu sıcaklığını unuturuz. Okulda arkadaşının ağladığını gören çocuğa, “Yorma kendini, sen işine bak” dediğimizde, aslında ona empatiyi değil, duyarsızlığı modellemiş oluyoruz.
Eve geldiğinde kardeşi üzülünce “abartıyorsun” dediğimizde, duyguyu değil, görmezden gelmeyi öğretiyoruz.
Yani mesele yalnızca fark etmek değil; fark ettiğine değer vermek.
Çocuk, başkalarının duygularını önemseyince ne oluyor? Bu sadece “yardım etmek” değil aslında, bu “Senin iyi olman benim için önemli” demek. Bir arkadaşının canı acıdığında oyuncağı paylaşmak değil sadece; paylaşmayı neden seçtiğini anlamlandırabilmek. Bazen de paylaşmamak ama karşısındakinin duygusunu gözeterek karar vermek.
Kardeşine kızdığında öfkesini bastırmak değil; öfkesine ragmen onun canı acımışsa bunu dikkate almak. Tüm bunlar, empatiyle duyarlılık arasındaki ince çizgiyi oluşturuyor. Empati duyguyu anlamaksa, önemsemek o duyguyla nasıl ilişki kuracağını seçmektir diyebiliriz.
Bazen sokakta, bazen okullarda, bazense aile evlerinde duyduğum bir cümle var “Kimseyle uğraşma, kendine bak.” Bu cümle, iyi niyetle, korumak için söyleniyor belki ama alt metni çocuk tarafından şöyle okunabiliyor “Başkası önemli değil.” Böyle büyüyen çocuklar, yıllar sonra kimsenin duygusunu önemsemiyor diye kırıldığımız ve darıldığımız yetişkinlere dönüşebiliyor.
Hatta bazısı çok başarılı oluyor, çok çalışıyor, çok kazanıyor… ama sevemiyor, bağ kuramıyor, empati gösterse de önemsemiyor... Kalabalık masalarda yalnız kalıyor. Peki ne eksik?
Kendi gözlemimce eksik olan başkasının acısını, hüznünü ve bazen de sevincini hissetme motivasyonu, duyguyu önemseme değeri.
Duygu önemseme, bir beceri gibi öğretilebilir ama bir değere dayanmadıkça kalıcı olmaz, zaten bir değere dönüşen şeyse ömür boyu bizlere eşlik eder. Evde kimse birbirinin duygusuna saygı duymuyorsa, çocuk bunu okulda öğrenemez.
Öğretmen ne kadar şefkatli olursa olsun, sınıftaki “paylaşmayı öğreneceğiz” kuralının evde karşılığı yoksa, çocuk bunu davranışa dönüştüremez.
Evde duygular küçümseniyorsa, okulda “duyguları tanıyalım” etkinliği sadece bir oyun/ders olarak kalır.
Çünkü duyguya değer vermek, evde başlar ve toplulukta gelişir.
Birçok aile “Çocuğum çok öfkeli, her şeye alınır, tepki gösterir” diye düşünebilir. Burada çoğu zaman refleksimiz o duyguları bastırmaya çalışmak oluyor, sanki öfke ortadan kalkarsa çocuk daha “iyi” olur.
Oysa mesele duyguyu yok etmek değil, yönünü bulmasına yardımcı olmaktır. Bir çocuğun öfkesini susturmak, onu duygusuz yapmaz; sadece kendisini şaşkın, güvensiz ve yalnız bırakır.
Öfke kötü değildir; değerle buluşmadığında savunmaya dönüşür. Doğru değerle beslendiğinde ise, adalet duygusuna, vicdana dönüşebilir. Ve vicdan, bir toplumun en güçlü bağlayıcılarından biridir.
Peki bunu evde nasıl besleyebiliriz? Büyük cümlelere, uzun nasihatlere gerek yok. Bir çocuğun duygusunu yargılamadan dinlemek, “niye ağlıyorsun?” diye sorgulamak yerine “zorlanmış görünüyorsun” demek bile çok şey değiştirir. Kardeşinin canı acıdığında, “sen de sinirlendin, bu normal… ama şimdi onun da bir şeye ihtiyacı var, yanında olmak için işe yarar?” gibi bir cümle, çocuğa hem kendi duygusunu sahiplenmeyi hem de başkasının duygusuna alan açmayı öğretir.
Bu sadece bir beceri değil bir insanlık tutumudur.
Bunu öğretmek için önce yetişkinlerin birbirine nasıl davrandığına bakmak gerekir. Evde baba öfkeyle konuşurken anne susup içe atıyorsa, çocuk “duygular içe atılır” mesajı alır.
Eğer biri üzülünce diğeri alay ediyorsa, çocuk “üzüntü küçümsenir” diye öğrenir. Eğer hata yapanla dalga geçiliyorsa, çocuk “zorlanana merhamet edilmez” diye düşünür. Böyle evlerde empati konuşulabilir ama yaşanmaz, empati hissedilebilir ama önemsenmez. Bu mesajı çocuk içselleştirdiğinde ise, ileride ilişkilerinde de aynı yolu izler. Arkadaşlıklarında duygularını konuşmakta zorlanır, iş hayatında yanlış anlaşılacağını düşündüğü için sessiz kalır ya da savunmaya geçer. Yetişkinlikte “kimse beni anlamıyor” hissiyle gezerken aslında kendisi de kimseyi duyamaz olur. İlişkiler yüzeyde kalır, bağ kurmak zorlaşır; başarı, para, statü artsa bile içten içe eksik bir hayat hissi bırakır. Çünkü değerlerle beslenmeyen duygular, büyüyünce bile kendine yer bulamaz.
Bu yüzden bugün, belki de en çok kendimizi eğitmemiz gerekiyor. Çocuğun duygusunu değil, kendi duygumuzu tanımaktan başlamak gerekiyor. Duyguları önemseyen bir çocuk yetiştirmek, “kırılgan bir çocuk” yetiştirmek değildir.
Tam tersine; güçlü bağlar kurabilen, kendine ve başkasına saygı duyabilen, güvenli ilişkiler kuran bir insan yetiştirmektir.
Buraya kadar hep “duyguyu fark etmek” ve “önemsemek”ten bahsettik. Peki bu fark etmeyi mümkün kılan şey nedir? Karşısındakinin yerine geçmek, duyguyu tanımak, kendi duygusunu ayırt etmek…
İşte burada karşımıza empati kavramı çıkıyor. Bir sonraki yazıda, belki de en çok karıştırılan bu kavramı, konuşacağız: Empati nedir, ne değildir? Ve neden bazen fazlası da zarar verebilir?
“İyi” insan olmayı istemek yetmez. İnsanın hem kendine hem başkasına iyi gelme niyeti gerekir.
Değer, tam da bu niyetle başlar.
Yorumlar
Dikkat!
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.