Sınırların üstünden konuşmak
Dünyanın dili çok; kalbin dili tek. Uluslararası iletişim tam da bu ikisi arasında ince bir ipte yürümek gibi: Bir yanda diplomatik cümlelerin ağır adımları, öbür yanda insanların gündelik sesleri… Uçaklar kıtalar aşıyor, uydular mesajlarımızı göğün altından geçiriyor; ama bazen en temel cümleyi söylemek yine zor: “Seni anlıyorum.” Çünkü coğrafyalar değiştikçe yalnız kelimeler değil, utançlarımız, gururlarımız, susuşlarımız da değişiyor.
İletişim dediğimiz şey çoğu kez bir “güç gösterisi” sanılıyor. Oysa asıl güç, anlamı zorla kabul ettirmekte değil; karşıdakinin anlamını taşıyabilmekte. Uluslararası iletişim bu yüzden teknik bir disiplin olmaktan önce, duygusal bir dayanıklılık egzersizi. Çeviri, yalnızca diller arasında değil; acı ile umut arasında, tarih ile bugün arasında, resmi anlatı ile evdeki sessiz sofralar arasında yapılır. Yanlış bir kelime, onarılmamış bir travmaya dokunur; doğru bir susuş, bir yaraya pansuman olabilir.
Bu alanın en zor tarafı, haklılığı kanıtlamak değil, insanlığı korumaktır. Bir ülkenin televizyonunda “olağan” olan bir mizah, başka bir ülkede küçültücü bir imaya dönüşebilir. Bizim için “sıradan” olan haber başlığı, başkasının evinde yasın kapağını aralayabilir. Bu yüzden uluslararası iletişimde üç fiili önermeyi seviyorum: dinlemek, çevirmek, onarmak.
Dinlemek: Dinlemek pasif değildir; sahici bir çabadır. Haberin arkasındaki nefesi, istatistiğin ardındaki tekil hikâyeyi işitmek, tercümenin yarısını şimdiden yapar. Bir depremden sonrası yalnızca rakamlarda değil, mutfak raflarında, evin girişindeki ayakkabılarda saklıdır. Uluslararası iletişim, veri toplamaktan önce tanıklık toplamayı bilmeli. Çünkü sayıların da kalbi vardır; yeter ki soralım: “Bu sayının adı ne?”
Çevirmek: Çeviri, kelimeleri yerinden oynatmak değildir; anlamın hacmini korumaktır. “Barış” sözcüğü her dilde yumuşak tınlar ama her toplumda başka bir gölgeye sahiptir. Kimi için barış, savaşsızlık; kimisi için adalete kavuşmuş bir sessizliktir. Çevirmen, gazeteci, diplomat ya da kanaat önderi—kim olursak olalım—kendi dilimizin konforunu askıya almadan evrensel olamayız. Uluslararası iletişim, “Ben böyle söylüyorum”dan “Sende böyle yankılanıyor”a geçmeyi gerektirir.
Onarmak: Haber vermek ile bağ kurmak aynı şey değildir. Bağ kurmak, kırılan anlamları onarmayı dert etmektir. Bir yanlış anlaşılmayı “algı yönetimi”ne havale etmek kolaydır; zor olan, kırığın yerinde bekleyip “Nerede incittik?” diye sormaktır. Uluslararası iletişimde onarıcılık, yumuşak başlılık değil; derin sorumluluktur. Çünkü kırıklar unutulmaz; en fazla üstleri örtülür. Örtünün altından sızan ağrıyı duymak, geç kalmış bir nezaket değil, yarının güvenidir.
Dijital çağ işi kolaylaştırdı, evet; fakat kolaylıkla birlikte yüzeysellik de geldi. Algoritmalar “benzer”i sever; oysa uluslararası iletişim, benzemezlerin sabrıyla yapılır. Akışlarımız bize yakın olanı parlatırken, uzak olanın ışığını kısar. Bu yüzden yeni bir beceriye mecburuz: Yavaş okuma. Yavaş okuma, yalnız uzun metinleri bitirmek değildir; hızlı yargıyı erteleyebilme disiplinidir. Bir görüntünün ardındaki bağlamı aramak, bir etiketin ardındaki yaşamı görmek, bir öfkenin ardındaki korkuyu sezmek… Yavaş okuyan, acele hüküm vermeyen; acele hüküm vermeyen, köprü kuran olur.
Tarafsız olmak, duygusuz olmak demek değildir. Tam tersine, duyguyu adilce tartmaktır. Bir çocuğun korkusuna hangi pasaport eşlik ederse etsin, aynı hassasiyetle yaklaşabilmektir. İnsancıllık burada bir “taraf” değil, zemindir: Önce can, sonra fikir; önce güvenlik, sonra slogan. Zemin sağlam olmadığında, en parlak kampanyalar bile üstünkörü bir dekor gibi sökülüp gider.
Peki pratikte ne yapacağız? Büyük stratejileri bir kenara koyup küçük garantileri çoğaltacağız. Bir metni yayınlamadan önce farklı kültürlerden üç kişiye okutmak gibi. Uluslararası bir toplantıda simultane çeviriye güvenip geçmemek, konuşma sonrası küçük dairelerde “duyulanı” teyit etmek gibi. Kriz anlarında hızlı bildirim yaparken “mutlaka bilinebilenleri” duyurmak, gerisini süslü tahminlere bırakmamak gibi. Ve en önemlisi: Kendi hatalarımızı açıkça isimlendirmek. Hata, uluslararası iletişimin sonu değildir; inkâr, sonudur.
Unutmayalım, iletişimin asıl mucizesi uzlaşma anında değil, çatışma ihtimalini azaltan gündelik titizliktedir. Doğru telaffuz edilen bir isim, dikkatle seçilmiş bir başlık, acele edilmeden kurulan bir cümle… Bunlar küçük görünür, ama sınır geçer. Çünkü saygı görünmez bir vizedir; bir kez alındı mı, kapılar daha kolay açılır.
Bazen “evrensel dil” arar dururuz. Belki de evrensel dil, merakın dilidir. Merak, karşıdakini egzotik bir vitrin nesnesine çevirmeden, zihnimize misafir etmektir. “Anlat, dinliyorum” cümlesinin dünyada karşılığı olmayan bir sıcaklığı var. Bu cümle sınır polisinin damgası değildir; ama çoğu damgadan daha fazla kapı açar.
Son söz şu olsun: Uluslararası iletişim, bir maratonun üzerimize düşen su taşıyıcılığıdır. Bitiş çizgisine yalnız koşanlar ulaşmaz; birbirini ferahlatanlar ulaşır. Biz de payımıza düşeni yapalım—dinleyelim, çevirelim, onaralım. Böylece sesler yalnız kıtaları değil, kalpleri de geçsin. Ve bir gün, “Seni anlıyorum” cümlesi bir lüks değil, dünyanın ortak refleksi olsun. Çünkü diller çoğalırsa kavga azalmaz; merak çoğalırsa kavga azalır. Buradan devam etmek, hepimizin elinde.

Yorumlar
Dikkat!
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.